YAŞAM 

ALİ

Yağmur’umuzun anısına…

Bir yazı hazırladığımı ve yakın zamanda yayımlaması için kendisine göndereceğimi editörümüz sevgili Başar Şeker’e söylemiş, yazıya şöyle bir giriş yapmıştım: “Bu kez ‘kaybolmadan’, bazılarınızın burjuvaca diyebileceği kısa bir Yunanistan gezisine çıkıyorum.

Tabii, yazıyı tamamlayamadım. Bu arada milyonlarca gencimiz geleceklerini belirleyecek üniversite sınavına girdiler. Yani anlayacağınız Başar’a verdiğim sözün üzerinden de uzun zaman geçti.

Bizim Ali’yi, oğlumu tanırsınız, arada bir yazılarımda bahsederim kendisinden. O da sınava giren gençler arasındaydı. Ali’nin kapasitesini bildiğim için benim beklentim özellikle AYT/sayısal sınavında 40 matematik ve 40 fen sorusunun tamamını doğru yaparak sayısal alanında birinci olmasıydı. Sevgili editörüm Başar, eğer böyle bir sonuç alsaydık Ali ile röportaj ve haber yapma hakkı senin ve dergimiz www.sonbaski.com’un olacaktı fakat görüldüğü gibi iş başa düştü.

Eğitimde fırsat eşitliği kavramının kitleleri aldatmak için üretilmiş liberal, burjuva bir kavram olduğuna inanırım. İşin özü, özerk demokratik ortamda herkese eşit ve parasız eğitim hakkı tanımakta yatar. Özerklik; “kendi kendini yönetme yetkisi kazanmış, kendisini özgürce yöneten” anlamına gelir. Bu durum ülkemizin hiçbir kurumunda yoktur. Kısmen var olan demokratik halini ise diktatörlük ile değiştireli çok uzun zaman oluyor.

Kısmi özerk ve demokratikliğini 12 Eylül faşist diktatörlüğü ile kaybetmiş olan üniversitelerin yeniden özerkliğine kavuşabilmesi için öğrencilik yıllarımızda çok uğraş verdik. Bu düzen içi reformist bir talepti ve nihai hedefimiz olan “demokratik halk devrimi” programı çerçevesinde kurulacak halk üniversitelerinde eğitim herkes için eşit, parasız ve tamamen bilime dayalı olacaktı.

Düzen içi taleplerimiz arasında çocukların, gençlerin yarış atı gibi koşturulmaması, yeteneklerine göre sınavsız olarak lise ve üniversitelere girebilme imkânına sahip olmaları da vardı. Öyle bir noktaya geldik ki bırakalım en reformist taleplere erişebilmeyi, kız çocuklarımız çok küçük yaşta “kocaya verilmek” için okullarından alınmaya, erkek-kız demeden gerici yurtların vakıflarında taciz ve tecavüze uğramaya, kafaları hurafelerle doldurulmaya, çocuklar din eğitimine yönlendirilerek dindar ve kindar nesil yetiştirilmeye başlandı.

Ölümü gösterip bizi sıtmaya razı eden iktidarların zorbalığı en basit taleplerimizi bile dillendiremez hale getirdikçe ne yazık ki istemeye istemeye kendimizi yarış atı koşturmacasının içinde bulduk. Ali, böyle bir yarışın sonunda yine iyi bir dereceyle, iyi bir fen lisesine girdi. Daha birinci sınıfın başlarında “Madem babam sosyalist, eşitlikçi bir adam, ben de halkımızın çocuklarıyla iç içe düz bir liseye kaydımı aldıracağım, en kötü bir spor akademisi kazanır, antrenörlük yaparım veya gece kulübü açar ‘iş dünyasına’ atılırım, belki tesisatçı olup bol para kazanırım, hatta proleter babanın proleter oğlu olarak işçilik yaparım” demeye başladı. “Haydi, o zaman gel,” dedim, “çalıştığım iş yerinde beden gücüyle çalışan ortacı aranıyor. Okuldan alıyorum, hemen işe başlıyorsun!” Geldi, tabii birkaç gün. Ortamı görünce gözü yemedi. Birbiriyle alakasız diğer düşünceleriyle dokuzuncu sınıf boyunca mücadele ederek okuluna devam edip, yetenekleri doğrultusunda eğitim alıp kendisini geliştirmesi için zor ikna ettik Ali’yi.

Bu çocukların ders çalışmaktan başka düşündükleri hiçbir sosyal aktiviteleri yok” diye şikâyet edip sevemediği okuluna zamanla ısındı. Sonrasını rehberlik öğretmeni Erkal Hoca anlatsın:

Bir öğrenciden fazlası… Ali’nin girmediği okul takımı kalmadığı gibi takip edebildiğim kadarıyla yer almadığı hiçbir sosyal faaliyet de olmadı. Yaptığı organizasyonlara yetişemediğimden dolayı son zamanlarda artık telefonlarına bakmamaya başlamıştım. Tam bir lider ve lokomotif kişiliğe sahip.

Bütün bunların yanında, ortaokul çocuklarına kendi okullarının tanıtımı derken doğru dürüst derslere de girdiği yoktu. Ben ise belirli periyodlarla gidip dilekçe ile devamsızlık sildiriyordum. Yine böyle bir zamanda okula gittim, beraberce merdivenleri çıkarken çok sevdiği Neslihan Hoca’sıyla karşılaştık. Neslihan Hoca, “Ali, ne kadar çok babana benziyorsun, gözlerini aynı babandan almışsın” dedi. Bizim eşşoğlusu hemen atladı: “Yok, hocam, ben anneme benzerim.” Bana benzetilmek onuruna dokundu beyefendinin. Utanmasa “sütçüyü” (böyle bir fıkra var, isteyene Veli Dayı’mız sonra anlatır) baş tacı yapacak. Ben, “Neslihan Hoca’m, veli toplantılarında hocaları Ali’den şikâyetçi, derslere girdiği yok. Ne olacak bu çocuğun hali?” demeye kalmadan “Rahat bırakın Ali’mi, o el attığı her şeyi başaracak bir çocuktur!” diye lafı ağzıma tıkadı.

Ali’nin dostları benim de dostlarım oldular. Çok güzel, iyi yürekli ve zeki çocuklarla tanıştım. Bunlardan ikisi Hasan ve Bulut, yoldaşım oldular. Bana “Abi” diye hitap eden Ferit, Volkan, Çayan, Mazlum, Boğaç, Yiğit, Fatih gibi… Hepsi arkadaşlarım oldu.

Ali’nin birinci olabileceğine sadece ben inanmamışım. Bakın, sınıf arkadaşı Samet yıllıkta ne demiş: “YKS birinciliğinin sende olduğunu yazılı olarak belirtmiştim. Sözünü tut, Volkan’ı geçip birinci ol.

Sayısalda YKS Türkiye 2368’incisi oldu canım oğlum. Evet, birinci olamadı ama aldığı son derece başarılı sonuçla hepimizin gönlünün birincisi oldu. Beni ve tüm sevdiklerini çok gururlandırdı. Bu başarıyı dostlarımızla telefonla veya yüz yüze paylaşmak çok duygusal anlar yaşattı hepimize. Siz sevgili www.sonbaski.com okurlarıyla paylaşmaktan da ayrıca gurur duyuyorum. Hani demişler ya: BİR BABANIN OĞLU BAŞARI ELDE ETMİŞ, BABA ÇEKMİŞ BAŞARISINI KOPARMIŞ. Sanki çocuğu doktor olacak ilk kişiymişim gibi yaptığım bu abartılı sevincimi anlayışla karşılayacağınıza eminim.

Sonuçlar açıklandığı gün Ali iki burs birden kazandı… İlkinde fırıncı abisi ekmeğin, ikincisinde ise terzi amcası yaptığı işlerin parasını almadı. Gerçekten bu iki davranış da benim açımdan çok değerliydi.

Aldığı bu sonuçla Cerrahpaşa Tıp Fakültesine girebiliyordu. Fakat İstanbul Üniversitesi (Çapa) Tıp Fakültesini tercih etti. Bu tercihin iki sebebi vardı. Birincisi; araştırmalarının sonucunda Çapa’da sosyal yaşamın daha hareketli olduğu kanısına varması, İstanbul Tıp Fakültesinde sosyal yaşamın çok daha canlı olması, Çapa’nın Cerrahpaşa’ya göre orijinal ve daha köklü geleneklere sahip olmasıydı. İkincisi ise; farklı dönemlerde olsa da benimle aynı üniversitede eğitim görecek olmasaydı.

Ne olursa olsun, doktor, mühendis, avukat, proleter… Önce insan olsun, sağlıklı olsun; vicdanlı, adil, yüreği barış ve sevgi dolu olsun!

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar